Gelişmek, dönüşmek, özünü bulmak ve gerekirse masalını yeniden yazmak için hayatla dans eden bir kadın var karşımızda. her şeyi anlamak ve anlamlandırmak, devrana kendi küçük mucizesini eklemek için çok, ama çok çalışıyor. Kalbini teslim ettiği mesleğinde yepyeni bir yolculuğun içindeyken, onunla Paris’te, 19. yüzyılın ortasında inşa edilmiş The Hôtel Potockı’de buluşuyoruz. Her duruşu ve her bakışıyla, üzerinde taşıdığı Bvlgari eden, The Garden of Wonders koleksiyonu kadar tutkuyla ışıldadığına hemfikiriz.
Netflix Türkiye orijinal yapımı Şahmaran dizisinin ikinci sezon çekimleri için Ağustos ortasından beri Adana’dasın. Nasıl geçiyor orada hayat? Repo günlerinde neler yapıyorsun?
Havanın aşırı sıcak olması bizi zorlasa da, vakit kaybetmeden ve karakterlerimizden kopmadan ikinci sezona başlamak güzel oldu. İşini çok severek yapan bir ekibiz, o yüzden sıcağı da idare ediyoruz. Adana’daki hayatımı çok seviyorum. Genelde hep çalışıyorum, bana kalan azıcık zamanın çoğunda odamda vakit geçiriyorum; okuyorum ya da spor yapıyorum. Gittiğim türlü türlü kebapçılarım var. Bazen de ekip olarak buluşup yemeğe gidiyoruz. Burada sınırlı bir alanın içinde küçük yaşamak bana çok iyi geliyor. Curcunadan uzak ve sakin kalarak kendime daha fazla vakit ayırabiliyorum; kendimle daha verimli vakit geçirebiliyorum. O yüzden çok hoşuma gidiyor ve eğer mecburi bir işim yoksa İstanbul’a gitmeyi tercih etmiyorum.
Kariyerinin çok başında ‘Adanalı’ dizisindeki Sofia Dikkaya rolünde izlemiştik seni, sanki kopmaz bir bağın var Adana ile?
Aslında ‘Adanalı’ dizisinde oynarken Adana’ya gelme fırsatım hiç olmamıştı, ama nedense bu gelişimde beni karşılayan herkes “bizim Adanalı kızımız gelmiş” diyerek kucakladı. Onların bana gösterdiği bu güler yüz ve kol kanat germe sayesinde ben de kendimi daha önce buralara gelmişim, yaşamışım, hatta bir evim varmış gibi hissediyorum. O nedenle buradaki hayata hiç yadırgamadan hemen dahil oldum. Adanalılar da çok tatlı, saygılı insanlar... Bir şey söylemek isterken bile çekinerek, rahatsız etmekten imtina ederek geliyorlar yanımıza. İstanbul’a kıyasla çok ciddi bir zarafet ve sanatçının yaptığı işe karşı gerçekten çok saygılı bir tavır var. O yüzden uzak kaldığımda özledim ve bir an önce buradaki düzenime dönmek istedim.
Geçenlerde 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’ne katıldın ve Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ile bir araya geldin. Nasıl gelişti? Festivalde neler seyrettin?
Festivali çok takip edemedim çünkü bizim o dönem çok yoğun çalışmamız gerekiyordu, hatta benim İstanbul’da olmamı gerektiren bir programım vardı. Çok sevdiğim yönetmen Özcan Alper ile karşılaştım ve sohbet ederken bir anda kendimizi Başkan’ın masasında bulduk, sonra sohbet, muhabbet... Festivalde sadece IDpro/Ayşe Barım’ın da yapımcıları arasında olduğu ‘Bana Karanlığı Anlat’ filmini izleyebildim, çok başarılıydı, sonrasında Aslıhan Gürbüz ödül aldı zaten. İnşallah bir gün kendi filmimle gelirim Altın Koza’ya.
Şahmaran’ın birinci sezonu bitti, yayına hazırlanıyor sanırım. Aslında farklı alanlarda eser veren modern Türk sanatçılarınca defalarca ele alınmış bir halk masalı; Tomris Uyar’dan Murathan Mungan’a pek çok yazar yorumlamış. Zülfü Livaneli filmini çekmiş; Fikret Otyam tablosunu çizmiş. Şunu sormak isterim: Felsefesiyle ilgili senin düşüncelerin nedir?
Evet birinci sezonu bitti, yayın tarihini biz de heyecanla bekliyoruz. Şahmaran çok fazla kişiye ilham vermiş ve Anadolu’dan Mezopotamya’ya pek çok kültürü ilgilendiren, sembolleşmiş bir hikaye. Biz de bu hikayeyi fantastik değil, çok insani ve çok öz bir yerden işlemek istedik. İnsanın geçmişten beri süregelen zafiyetlerine, savaşlarına ve sınavlarına vurgu yapıyoruz. Hikaye beni çok etkiledi çünkü ben de bazen kendimi hayat koşuşturmacasının içerisinde mecbur olduğum şeyleri yaparken buluyorum ve en özümde ne olduğumu, kim olduğumu unutup rüzgara kapıldığımı hissediyorum. Sesleri yeteri kadar iyi dinleyemediğim, işaretleri yeteri kadar iyi okuyamadığım zamanlar oluyor. O açıdan benim de kendimle baş başa kalıp düşünmeme neden olacak anlar yarattı. Çok kıymetli buluyorum yaptığımız işi.
Yaşam gücünü kendinde bulunduran kadın ve yılan bedeni arasındaki çekici cazibe, insanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri dikkat çekmiş. Bulgari’nin Serpenti koleksiyonu da 1940’lardan beri çok ikonik ve o da eşzamanlı olarak seninle buluştu, değil mi?
Gerçekten de arka arkaya tesadüfi buluşmalar yaşadım. Seneler evvel bana bir sergi davetiyesi vermişlerdi. Üstünden seneler geçtikten sonra o kişiyle tanıştım ve bana verdiği broşürün Şahmaran sergisinin davetiyesi olduğunu söyledi. Yine eşzamanlı olarak Göcek’te bir arkadaşımın çiftlik evinde kalırken mutfak çekmecesinde “Şahmaran’a de ki, bizden ona zarar gelmez, ondan da bize gelmesin” yazılı bir not buldum. Diziyle daha yeni okeyleşmiştim. Meğer doğanın içinde oturanlar yılandan korunmak için eve böyle notlar yazıp bırakırlarmış. Üzerinden birkaç hafta geçmişti ki L’Appart bana Bulgari’nin teklifini iletti.
Sanki bir kapı açıldı ve tüm yollarım yılan sembolüne çıktı. Tabii ki normalde korktuğum, daha önce hiç temasta bulunmadığım, hep çekindiğim bir hayvandı ama bana çok uğurlu geldiğine inanıyorum. Hayatımda hakikaten bir dönüm noktası yarattı. Şu anda onun gücünü üzerimde hissediyorum.
Mitlere ve efsanelere inanan biri misin?
İnanırım... Bunlar geçmişten bu yana anlatılagelmiş, ağızdan ağıza değişime uğramış hikayeler ama insanların kendilerini korunmuş hissetmek için o şifa gücünün etraflarında olduğunu hissetmek istemelerini anlıyorum.
Çocukken masallarla nasıldı aran? En sevdiğin karakter hangisiydi?
Masallarla aram hep çok iyiydi. Babam çok masal anlatırdı, ama ben de hepsini çok iyi bilir, kendim de anlatırdım. Külkedisi’ni ve Kırmızı Başlıklı Kız’ı severdim; bir macera aramaya çıkmak, bir bilinmezin yolundan gitmek cesaretiyle korkusuna karşı gelmiş ve kendini gerçekleştirmiş karakterlerin hikayelerini hep çok etkileyici ve çarpıcı bulurdum. Her kız çocuğu mucizevi şeyler yaşayabileceğine inanmak ister, ben de farklı değildim.
Fantastik dünyalar, hayal dünyasına yolculuklara özel bir ilgin var mı, yoksa tesadüf mü? Sahnede de bir masal kahramanını, Alice’i canlandırdın çünkü...
Özel bir ilgim yok, ama içlerindeki nahiflik ve felsefe beni çok etkiliyor. Fantastik hikayelerin çocuk zihninde dünyaya karşı yeni imgeler oluşturma, hayal kurdurma güçleri var ve Alice’in kendini var etme yolculuğu hem bize hem seyircilere çok iyi geldi. Sanırım tüm bu teknolojik gelişmeler ve dijital hız içinde, dış uyaranların etkisinden kurtularak birkaç saatliğine her şeyi unutabileceğimiz bir harikalar diyarında olmaya ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdi. Hayatın rutini içinde 7’den 70’e hepimiz bazı şeyleri duymayı, görmeyi, hissetmeyi kaçırmaya başlıyoruz; bu yüzden çocuksu bir boyuttan onlara tekrar bağlanıp yeniden hatırlamak, yine aynı özü yakalamaya çalışmak etkileyici oldu. Masallar herkesin çocukluğunun bir parçası; onlara dönmek çocukluğumuza yeniden dokunmak gibi eşsiz, korunaklı ve saf bir duygu yaratıyor. Kasım itibariyle yeniden başlıyoruz; Alice’i oynamaya devam edeceğiz.
Seni televizyonda en son 2013-2015 arasında ‘Medcezir’de Mira Beylice olarak izledik, üzerinden çok uzun süre geçti, bilinçli bir uzaklaşma mıydı bu? Var mı televizyonla ilgili planlar?
Bilinçli bir tercih değildi; ben her zaman televizyonu çok sevdim ve geçen zaman içinde özellikle Fi’den sonra çok fazla iş okudum, ama tam olarak içime sinen bir şey olmadı. Bu tip seçimlerde biraz duygusalım, kalbimin götürdüğü yere gidiyorum. Televizyon oyuncu açısından yorucu bir mecra olduğu için Medcezir gibi tam kalbimden vuracak özel bir iş olması lazımdı. İkimizin Yerine filmi, Fi, Alice, şimdi de Şahmaran... Arada pek çok da reklam projem vardı; televizyona bir iş denk gelmedi ama belki bir sürpriz olabilir yakında. Dijital mecra ve sinemadaki titizlik televizyonda yerini bölümü yetiştirme telaşına bırakıyor, fakat televizyonun büyüsü de bambaşka. Her hafta herkesin evinde olabilmek, güzel bir hikaye anlatıyorsan çok daha kalıcı oluyor bizim ülkede. Kalbimi vuran bir iş olursa televizyon projesi yaparım elbette.
‘Alice Müzikali ile birlikte ben de evrildim, dönüştüm, kendimi ön plana koymayı öğrendim’, demiştin. Ruhunu dinlemeye zaman ayırabiliyor musun? Bu aralar kendinle aran nasıl?
Kendimle aram şu aralar iyi... İçinde bulunduğum işten çok mutluyum, çok önemsiyorum ortaya çıkardığımız şeyi. Ve elbette çalıştığım zamanlar çok daha iyi hissediyorum. Arada yine kendimi kaybolmuş, unutmuş bulduğum oluyor; ve hâlâ hayata karşı kaygılarım var; çünkü çok uzun zamandır tek başına kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadınım. Kendimden başka herhangi bir dayanağım, güvencem yok. Önceliğim, bunu kalıcı kılabilmek. Kendimi dinlemeyi iyi öğrendiğimi düşünüyorum. Bir şeylerin yolunda gitmediğini, ters gittiğini, bana iyi gelmediğini, beni yorup daralttığını hissettiğim anda şöyle hemen bir durup anlamaya çalışıyorum. Neyi değiştirmem gerekiyor diye kafa yoruyorum. Normalde insanlar yorgunluklarını bir kenara bıraktığı zaman daha sakin kalmayı becerebilirler, ben tam tersi sakin kaldığımda kendi kendimi daha fazla kurcalıyorum. Aktif çalışma zamanlarında ise kendimi yeniden doğru bir yere konumlandırarak gerçek bir balans bulabiliyorum.
Serenay’la ilgili şikayetçi olduğun bir şey var mı?
Yengeç burcuyum, yükselenim Yengeç ve haritam Yengeç dolu. Sanırım burcumla da alakalı olarak sürekli kendi kendime eziyet eden bir insanım. Şu şöyle olsaydı daha mı iyi olurdu, bunu böyle mi yapmalıydım, şu şöyle daha mı düzgün olurdu... Yaptığım ve yapacağım şeyler üzerinden kendimi çok fazla sorguluyorum, terazilere koyup eksisiyle artısıyla değerlendirmeler yapıyorum. Düzenli profesyonel destek de aldığım için zihnim sürekli düğüm çözmeye ve analiz yapmaya programlı. Annemin küçüklüğümden beri beni olayları anlamlandırmada sebep-sonuç ilişkisi ve empati kurmaya yönlendirmiş olması da etkili oldu üzerimde. Yorucu olmadığını söyleyemem, zira sürekli kontrollerin elimde olduğu bir hayatın söz konusu olamayacağının bilincinde olsam bile, ipleri birazcık bıraksam sanki bir şeyler yanlış gidecekmiş hissi yaratıyor. Kendimle ilgili en çok bu konu üzerinde uğraşıyorum; çok yol kat ettim ama daha var...
Mutlu olmaya çok değer verdiğini biliyorum. Mutlu musun Serenay?
Evet, en büyük önceliğim gerçekten hep mutluluk ve huzur oldu. Şu anda mutluyum, daha da mutlu olmak için kendimi dinlemeye ve ihtiyaçlarımın farkına varmaya çalışıyorum. Mutluluk sonsuz değil, mutlu anlar ne kadar çoksa o kadar zenginsin. Enerjim düştüğünde de bunu neden yaşadığımı ve ne mesaj çıkarmam gerektiğini anlamaya çalışıyorum.
Peki ya aşk?
Bir süredir hayatımda kimse yok.
Aşka bodoslama düşer misin, yoksa durup aklınla tartıp düşünür müsün?
İlişki konularında hep bodoslama dalan bir insanım. O konuda meslek hayatımdaki kadar kontrollü ya da kendime yaptığım kadar sorgulayıcı olamıyorum; tartıp değerlendirip ona göre yola çıkan biri değilim. Birden kendimi akışa bırakıveriyorum. İlle aşk olmasına gerek yok; sevdiğim insanlar söz konusu olduğunda da böyleyim.
Sence aşk koşulsuz mudur? Koşulsuz sevmek mümkün müdür, ya da sağlıklı mıdır?
Bence koşulsuzluk sadece anne-baba ve evlat ilişkisinde var. Bir de hayvan sahipleri bunu yaşıyordur. Kadın-erkek ilişkisinde koşulsuz diye bir şey olduğunu düşünmüyorum ama koşuldan kastım birbirinden faydalanmak değil. İnsanlar birbirlerine birtakım ihtiyaçlar ve arayışlar sonucu çekiliyorlar. O dönemde nasıl bir ruh halindeysen, frekansına öyle birisini çekiyorsun ve o anki enerjin, isteklerin, duygusal ihtiyaçların bazı koşullar yaratıyor. Aksi ancak eski Yeşilçam filmlerinde, masallarda, romanlarda.
İki kişinin ilişkisinin devamlılığının önündeki en büyük engel ne oluyor sence?
Ben her konuda en büyük engelin insanın kendisi olduğuna inanıyorum. İki kişilik bir şey yaşasan da, o ilişkiden sana yansıyanlar aslında senin görmek istediklerin ve senin algılama biçimin. Karşı tarafa yansıttıkların da seninle ilgili... O nedenle hiçbir zaman tereyağından kıl çeker gibi kendimi sıyırmam; her zaman kendimle ilişkili kısmıyla ilgili düşünürüm, çıkarımlar yaparım.
Aklın ‘bitti’ dediği halde kalbin ‘devam’ diyorsa ne yaparsın?
Aklım ‘error’ verdiğinde önce onu bir süre dinleyip bu durumu ben mi yaratıyorum diye sorguluyorum. Ama kalbim hâlâ orada kalmak istiyorsa ilişkiler özelinde mantıklı hareket edebilen bir insan değilim. Yani sonuna kadar deneyimleyip aklımda hiçbir soru işareti bırakmadan yapılması gereken her şeyi kendi adıma yapıp, her yolu deneyip, eğer hâlâ olmuyorsa omuzumdaki tüm yükleri bırakarak gidebiliyorum.
Yaz başında Paris’te Bulgari Eden, The Garden Of Wonders koleksiyonuyla bu sayımızın çekimlerini yaparken, çekim alanındaki farklı ülkelerden gelen tüm yaratıcı ekipler sana hayran kaldılar. Böyle anlarda ne hissediyorsun, “yesss” diyor musun?
Yaptığım işin her parçasını o kadar tutkuyla seviyorum ki muhtemelen etrafımda bir enerji halkası yaratıyorum, o da dikkat çekici bir şey haline dönüşüyor. Bunu fark etmekten mutlu oluyorum. Aynı duyguyu bir sahne çekerken de yaşayabiliyorum. Bazen sahnenin duygusunu öyle içten hissetmiş oluyorum ki hemen etrafıma bakıp başka gözlerle buluşmak, o anı yakaladıklarını anlamak istiyorum. Sanırım bu nasıl göründüğümle değil, tamamen içimdeki tutkuyu nasıl yansıttığımla alakalı bir şey. O anın hepimize yaşattığı bir heyecan var ve bu heyecanın içinde korkuyla karışık bir tedirginlik, hep çok iyi olması için gösterilen özen ve ortak bir yaratıcı eylem yapmanın getirdiği haz var. Bu duyguları hiçbir zaman kaybetmek istemem...
Bulgari Eden, The Garden Of Wonders koleksiyonundan taktığın mücevherler arasında en beğendiğin hangisi oldu?
Bulgari Eden, The Garden Of Wonders, Bulgari’nin Romalı kimliğini, mücevher alanındaki deneyimini ve zamansız ve cesur yaratıcılığın muhteşem bir şekilde ifade eden bir koleksiyon. Çekimde kullandığımız tüm mücevherlere hayran kaldım; her biri teninize değer değmez kendinizi bambaşka biri gibi hissediyorsunuz. Favori parçam pembe Versace elbise ile taktığım rengarenk “Eden: The Garden of Wonders” saat diyebilirim. Üzerinde kelebekler, çiçekler ve yılanlar olan ve toplam 223 karat değerli taşlarla süslenen bir sanat eseri! Bulgari Kreatif Direktörü Fabrizio Buonamassa Stigliani’nin liderliğindeki ekibin tasarladığı saati üzerindeki çiçekleri çıkartıp broş olarak da kullanabiliyorsunuz.
Sen Bulgari’nin Türkiye’deki ilk marka elçisisin. Bu zamana kadar birlikte neler yaptınız, markanın hangi özelliklerini kendinle bütünleştiriyorsun?
Bulgari mücevher evinin geçmişini ve bugününü çok sevdim; markanın DNA’sındaki eklektik yaratıcılık, zenginlik ve çokrenklilik gerçekten çok ikonik parçalar yaratıyor. İşbirliğimiz çok keyifli gidiyor; Serpenti koleksiyonunu dizinin de etkisiyle öylesine benimsedim ki kendimi “yılanların kraliçesi” ilan ettim, onların da hoşlarına gitti. Bence çok güzel bir yol arkadaşlığı yapıyoruz, şimdiye kadar yaptığım tüm marka işbirliklerinin uzun ömürlü olmasını çok seviyorum, Bulgari ile de ikinci senemizi doldurduk. Hep çok etkileyici ve hiçbir yerde deneyimleyemeyeceğin bir dünyanın içinde olduğunu hissettiriyorlar.
Haziran ayında Paris’te ayrıca özel bir Bulgari event’ine katıldın, o nasıl geçti?
Paris’te katıldığım Bulgari Eden: The Garden of Wonders” isimli iki günlük bir etkinlikti, olağanüstü hazırlanmışlardı. Benimle birlikte diğer marka elçileri ve tüm dünyadan moda editörleri katıldı. Bulgari ailesine katılan Anne Hathaway, Priyanka Chopra ve Lisa ile bir araya gelmek çok heyecanlıydı. Sahnede bir diğer marka elçisi Carla Bruni vardı. Ayrıca Milano’da izlediğimiz Bulgari ve Refik Anadol iş birliğinden doğan “Serpenti Metamorphosis” üç boyutlu ve çok algılı yapay zeka heykeli, La Scala’da Pietro Mianiti’nin orkestra şefliğinde gerçekleşen büyüleyici deneyim ve yine Bulgari sayesinde Bulgari Hotel Milano’da ilk kez canlı dinlediğim Andrea Bocelli konseri de muhteşemdi, onları da belirtmek isterim. Demin söylediğim gibi Bulgari ile her bir deneyim eşsiz anlara dönüşüyor, bu ailenin bir parçası olduğum için çok mutluyum.
Yengeç burcu bir yaz kızısın, yaz fotoğraflarında hep çok dingin ve mutlu görünüyordun. Yazın geri kalanında neler yaptın?
Gerçekten tam bir yaz kızıyım, su kızıyım, deniz kızıyım. Benim için tatil, güneş ve deniz demek... Hep yazlık bir yerlere kaçmak duygusu oluyor içimde ve oralarda çok küçük yaşamayı seviyorum. Sadece bir sahilde olayım, bütün gün kitabımı okuyayım, yatayım, denize gireyim, denizin içinde uzun vakit geçireyim, sudayken gelecekte istediğim şeyleri aklımdan geçirip güzel enerjiler göndereyim... Küçücük bir lokal restoranda tüm gecemi geçireyim, güzel yemekler yiyeyim, sokaklarda özgürce yürüyeyim... Bunlar yeterli, başka hiçbir şeye ihtiyacım olmaz. Her sahil tatilinden yenilenmiş, tazelenmiş, iyileşmiş olarak dönerim. O yüzden de seçimlerimi hep bu tarz yerlerden yana kullanıyorum; şehir tatili benim için bir tatil sayılmaz. Yunanistan benim hep çok sevdiğim bir yer oldu. Çünkü hem coğrafya ve kültür olarak bize çok yakın, hem de senelerdir görüştüğüm, gerçekten çok sevdiğim arkadaşlarım var orada. Bu yaz da Yunanistan’da onlarlaydım. Mutluluğum fotoğraflara yansımış demek ki...
Çekim günü başını ağrıtacak kadar gergin bir saç yapıldı ve 8 saat o saçla gık demedin. Hep böyle misin? İş söz konusu olduğunda hiç şikayet etmez misin?
Hiç şikayet etmem ama bunun iyi bir huy olup olmadığından emin değilim. Yani ne kadar zorlu olursa olsun, eğer iyi olması için gerekli bir şeyse sesimi çıkartmıyorum hiç.
Oyunculuk büyük bir tutku işi değil mi? Bir gün bu tutkum biter mi diye hiç soru işareti oluyor mu kafanda?
Kesinlikle hiç olmuyor. Ölene kadar yapabileceğimi biliyorum; bununla ilgili tek bir şüphem yok.
Canlandırmayı seçtiğin karakterlerin ortak noktası var mı?
Her karakter hayatıma o kadar doğru zamanda giriyor ki, o sıra çözmeye çalıştığım bir meseleyle ilgili bir şeyi anlamama ve iyileştirmeme vesile oluyor. Bu karşılaşmaları çok ilginç buluyorum, o yüzden de tüm bu yolculuklarda kendimi tamamen teslim ediyorum. Mesela Şahmeran benim yetişkin bir kadın olarak yaptığım ilk iş ve gerçekten halim tavrım o kadar başka ki... Büyümeyi, büyümeyle bir şeylerin değiştiğini ve bu değişen şeyleri de Serenay’ın bir parçası olarak kabullenmeyi Şahmeran’la öğreniyorum. Biraz kendimle yüzleşme fırsatı getiriyor bana her proje.
Şu ana kadar sınırlarını en zorlayan işin hangisiydi?
Hepsi. Çünkü en büyük keşif, aslında kendine yaptığın keşif. Bence iyi bir oyuncu olabilmek için gerçekten kalbinin tamamını masaya koyup ‘buyurun, istediğinizi çıkartabilirsiniz buradan’ demek gerekiyor. Duygularını eşelemek, onları yeniden ortaya çıkartmaktan korkmamak çok önemli. Onlarla ne kadar barışıksan, kendini tüm hallerinle kabul edip onları göstermekten ne kadar çekinmiyorsan, o kadar iyi oluyorsun bu meslekte. Kolay bir şey değil... Bu nedenle her oynadığım rol, çok ağır bir yüzleşme kendimle ilgili. Bu mesleği çok seviyorum ve bu yüzleşmelerin tadını çıkartmaya bakıyorum.
Yazmakla aran nasıl? Hiç bu senaryoyu ben olsam şöyle yazardım dediğin oluyor mu?
Çok uzun zamandır bir sürü şey yazıyorum, ama hiç böyle teknik olarak bir senaryo diyebileceğimiz bir girişimim olmadı. Hikayeler yazıyorum, kompozisyonlar yazıyorum, şiirler yazıyorum... Yazmayı çok seviyorum çünkü bazen o kendimin de kaçtığı, görmezden gelmeye çok alıştığı şeyleri bana göstermiş oluyor.
Seneler geçtikten sonra okumak, o an nasıl bir duygudaydım, şimdi neredeyim, o zaman dert ettiğim şeyler neymiş, şimdi neleri dert ediyorum görmek açısından da müthiş bir yelpaze sunuyor. Yazmak hep çok iyi geliyor bana, hiçbir zaman bırakabileceğimi sanmıyorum. Ama senaryo yazma yetkinliği bambaşka bir şey, bende henüz yok.
Modayla ilişkin hep çok yakın oldu, sanki modayla da oyun oynuyorsun. Sonbahar/Kış 2022-23 modasını inceleyebildin mi? Beğendiğin koleksiyonlar ya da trendler var mı?
Vallahi hiç inceleyemedim, Adana’da bu tip şeylerden biraz uzak kaldım. Ama zaten hiçbir zaman modayı böyle saniyesi saniyesine takip eden bir insan olmadım. Bence stil bunların hepsinin çok daha üzerinde; benim stilim de çok uzun bir zaman içinde şekillendi ve hâlâ daha değişiyor, dönüşüyor, gelişiyor.
Ama cesur ve yenilikçi bir tarzın olduğunu söyleyebiliriz, değil mi? Mesela sezonun önemli trend detaylarından biri olan kravatı Contemporary Istanbul açılışında ilk senin üzerinde gördük...
Ben de kendi stilimi çok cesur ve yenilikçi buluyorum; yeni şeyleri denemekten korkmuyorum, beğenilmemek korkusu taşımıyorum. İçinde iyi hissettiysem, denemeye değer diyorum.
O gün kravatı takarken de amacım yeni bir trendi uygulamak değildi. Şansım Adalı o takımı bana uzun zaman önce dikmişti; o gün giymenin uygun olacağını düşündük ve stylist’imle birlikte kravatla tamamlamanın güzel olacağına karar verdik. Böyle oyunları seviyorum; mesleğim de bunu yapmaya elverişli.
Mini etekler, diz altı çoraplar, loafer’lar... Kolejli stiliyle de aran iyi, değil mi?
Evet, o tarzı bir süredir çok seviyorum; lisedeki üniformalarımız da çok güzeldi, o çağımı hatırlatıyor bana, duygusu iyi geliyor. İddianın içindeki maskülenlik de hoşuma gidiyor.
Hayatın akışında kalmayı becerebilen biri misin, yoksa istediklerin için koşulları ve zamanlamayı zorlar mısın?
Zorlarım, ama galiba benim en büyük alamet-i farikam bütün bunları zorlarken de hayatın akışında kalabilmeye olan inancım ve gayretim. Beni bu kadar kuvvetli yapan şeylerden bir tanesi bu. Bana ruhsal olarak da daha sağlıklı ve daha gerçekçi hissettiriyor; kaybedersem kaybolacağımı biliyorum, o yüzden de kaybettiğimi düşündüğüm zamanlarda zamanlarda hemen tek başıma bir yere kaçıp yeniden o akışın içinde devam edebilmek için çok uğraşıyorum.
Dostluklarında neye önem verirsin?
Önceliğim güven. Biraz da mesleğim gereği olsa gerek, güven duyabilmek benim için çok önemli. O yüzden çok küçük ama çok güvendiğim bir dost çevrem var. Ve çok da başka kimseye ihtiyacım yok gibi hissediyorum, hissettiriliyorum.
İnsan ilişkileri söz konusu olduğunda kırmızı çizgin nedir?
O kişiyi hayatında nasıl bir yere konumlandırdığına göre değişir ancak sanırım art niyeti affedemiyorum. Hayatımdaki insanların dolambaçlı yollar yerine bana iyiyi, kötüyü dürüstçe ama art niyetsiz söylemelerini önemsiyorum. Bana başka bir şekilde davranıp dışarıya başka bir şekilde yansıtması çok hoşuma giden şeyler değil.
Kendini çok güzel yaratmış ve büyütmüş bir kadınsın. Gelecekle ilgili hayallerinde nasıl bir yol var?
Hayatın tadını çıkarabilmeye, keyfine varabilmeye, sevdiğim şeyleri yapabilmeye devam etmek istiyorum. Tuhaf bir cümle olacak ama ölüyorum yaşamaya! Bayılıyorum bu dünyaya! Millet böyle Mars’a falan gitmek istiyor ya, benim umurumda değil; ne olur gitsinler, ne olur burayı bana bıraksınlar! Yalınlığın içinde kendimi doyuracak şeyleri bulabiliyorum; bu nedenle hayatla ilgili en büyük isteğim hep bu şekilde, bu güzellikte, bu coşkuda, bu farkındalıkla yaşayabilmeye devam etmek. Diğer her şey gelip geçici...
30 yaş sonrasında içindeki kızda, kadında bir değişim hissettin mi?
Net bir şekilde hissettim. Beni bu ana getirene kadar yaşadığım her şey, bütün kırılmalar, bütün direnmeler, neyi neden yaptığımın ve ne için yaptığımın cevapları artık oluşmaya başladı. Eskiden dert ettiğim şeyler önemsizleşti. Yumuşadım. Artık kendime güzel cevaplar verebildiğim için de bir olgunluk hissediyorum.
Peki aile kurayım, çocuğum olsun gibi bir derdin var mı?
Bunu kendime de sorduğum oluyor ama henüz böyle bir duyguda değilim. Kendimle ilgili başarmak istediğim şeyleri başarmadan, belli bir doygunluğa erişmeden böyle bir isteğe kapılır mıyım bilemiyorum. Her ikisini çok güzel dengeleyen insanlar var, ama şu anda bir bağım olmaması bana daha iyi geliyor. Uçuş uçuş ve özgür olabilme hissini seviyorum.
Şu an kapı açılsa ve içeri çocukluğun girse, ona ne söylerdin Serenay?
Bir şey söylemezdim ama çok sarılır, çok öperdim muhtemelen. Belki bir de ‘her şey çok güzel olacak, tadını çıkart’ derdim.
Röportaj: Melda Narmanlı Çimen
Fotoğraflar: Mehmet Erzincan
Moda Direktörü: Aslı Asil
ELLE Türkiye Ekim 2022 sayısından alınmıştır.